Pages

Subscribe:

Cuma, Mart 1

Daphne du Maurier, Rebecca ve Kıskanç Kadın



"Last night I dreamt I went to Manderley again."


Yukarıda yazan meşhur ilk cümlesiyle Rebecca'yı bilmeyen yoktur neredeyse. Daphne du Maurier tarafından yazılan ve ilk kez 1938'de yayımlanan roman 1940 yılında da Hitchcock tarafından sinemaya uyarlandı. Filmi lisedeyken izleyip hayran olmuştum tabii ki. 2 sene önce de bir sahafta dolaşırken kitabına denk geldim ve hemen aldım. Okumak bu zamana nasipmiş.


Adet yerini bulsun diye, spoiler vermeden özet geçecek olursak; hikayenin anlatıcısı olan ve ismini bile bilmediğimiz 21 yaşındaki genç kızımız, zengin ve dul bir kadına ücretli companion olarak Monte Carlo'da eşlik ederken kendisinden yaşça büyük ve oldukça zengin Maxim de Winter ile tanışır. Patronu hastayken günlerini Maxim ile geçiren kızımız Monte Carlo'dan ayrılmak üzereyken kendisinden evlenme teklifi alır ve en sonunda dillere destan bir malikane olan Manderley'e yerleşir. Tabii Maxim düşündüğü kişi, Manderley'deki hayatsa hayallerindeki gibi değildir.
Anlatıldığında klasik bir aşk romanı gibi dursa da aslında çok iyi bir psikolojik gerilim Rebecca. Olay örgüsü, ince detaylar, sona doğru tırmanan gerilim o kadar iyi kağıda dökülmüş ki insanın elinden bırakası gelmiyor kitabı. Özellikle olayın iyice sarpa sardığı, kütüphanede geçen o uzun gecenin anlatıldığı bölümde sanki ben de kütüphanenin bir köşesinde oturmuş, olayları gerginlikle takip ediyor gibi hissettim.

















Kitabı okuduktan sonra Hitchcock uyarlamasını tekrar izleme ihtiyacı hissettim haliyle. Hitchcock'un Amerika'da ve David O. Selznick'in yapımcılığıyla ilk defa çektiği bu film, uyarlamalar içerisinde kitabına en sadık kalanlardan biri. Birçok replik birebir kitaptan alıntı olduğu için bazı sahnelerde oyunculara eşlik etme zevkini bile tattım. :) Ancak filmin yapımcısı David O. Selznick'in kitaba sadık kalınması adına filmin yapım sürecinde kontrolü fazlaca ele almaya çalışması (söylenenlere göre) Hitch'i bile rahatsız etmişken izleyenleri nasıl etkilemesin! Filmi izlerken de bu müdahale etme durumunu hep hissediyor insan. Başından sonuna kadar Hitchcock ve Selznick anlaşmazlıklarının hakim olduğu bu proje en nihayetinde ne bir Hitchcock ne de bir Selznick çalışması olabiliyor. Selznick'in bu filmle Oscar almış olması aslında durumu yeterince açıklıyor. Buna rağmen bir film bu kadar beğeniliyorsa bir de bunun tamamiyle bir Hitchcock filmi olduğunu düşünsenize... Hem Hitchcock'un kendisi de söylemiş Truffaut'nun kitabında geçtiğine göre: "Bu bir Hitchcock filmi değil." Kastettiğiyse hikayenin mizahi yönünün eksik olması. Sonuçta ona göre bütün filmleri birer komedi.

Tüm bu kitaba sadık kalma meselesi arasında aslında çok büyük bir değişiklik yapılıyor senaryoda. (Spoiler alert) Kitapta Rebecca'nın Maxim tarafından vurularak öldürüldüğünü öğreniyoruz. Hatta Maxim bir insan vurulduğunda bu kadar kan akabileceğini unutacak kadar gözünün döndüğünden bahsediyor. Filmdeyse Rebecca'nın, Maxim'in tokatıyla sarsılınca dengesini kaybedip düştüğü ve kafasını çarparak öldüğü anlatılıyor. O dönem beyazperdede birinin Maxim gibi cinayet işleyip de bundan kurtulması hoş karşılanmayacağı düşünüldüğünden değiştirilmiş deniyor. Hapisten kurtulmak yapılan şeyin verdiği yükten de kurtarıyor mu ki insanı? Maxim'in yaptıklarının bedelini çok sevdiği Manderley ile ödemesi bir yana bütün hikaye boyunca, karakterler tarafından, Rebecca öldüğünden beri nasıl sefil bir durumda olduğu anlatılıp duruluyor defalarca. Bu durum da biricik karısını kaybetmenin verdiği acı olarak görülüyor yine söz konusu şahıslar tarafından. Yeniden evlenmesi bile hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çünkü Rebecca'nın gölgesi hep aralarında duruyor. Filmin bir nevi sansüre uğramış olması aslında birçok şeyi kitaptan farklı bir noktaya taşıyor olsa da Hitchcock bunu bile müthiş bir şekilde ele alıp Rebecca'nın, yokluğunda bile varlığının nasıl hala güçlü bir etkiye sahip olduğunu Maxim'in olayın nasıl gerçekleştiğini anlattığı sahnede yine sadece Maxim'in sesiyle odada dolanan kamerayla gösteriyor bize. Rebecca'yı oynayan bir oyuncuya gerek bile yok çünkü zaten hepimiz Rebecca'yı iliklerimize kadar hissediyoruz.

Rebecca, farklı senaryolarla defalarca uyarlanmış bir hikayeye sahip. (Buna müzikal de dahil maalesef.) Bunlardan biri de Yeşilçam uyarlaması olan 1966 yapımı Kıskanç Kadın. Nuri Ergün'ün yönetip Osman Seden'in senaryosunu uyarladığı film beklediğimden çok daha iyi çıktı açıkçası. Ama ne kadar beğenirsem beğeneyim filmi komedi tadında izledim. (Maxim de Winter'ın Kemal Seden, Rebecca'nın Sevda, Mrs. Danvers'ın da Perihan olması ne olursa olsun komik geliyor elimde değil :P ) Gerçekten beğendiğim noktalar hikayenin özünü oluşturan küçük detaylar: Sevda'nın öldüğü sahnenin çekilmesi ama Sevda'yı oynayan oyuncunun yüzünün özellikle gösterilmemesi, Nevin'in (kitap ve Hitchcock uyarlamasından farklı olarak başkarakterin bir ismi var) evde sürekli Sevda'ya ait şeylere rastlaması ve hizmetçiler tarafından sürekli hatırlatılması gibi. Senaryonun en büyük sıkıntısı Perihan karakterinin ne olduğuna bir türlü karar verilememesi. İlk sahnesinde Sevda'nın akrabası olarak tanıtılırken filmin geri kalanında hizmetçisi olarak gösteriliyor. Sevda'ya tapıyor mu yoksa ondan nefret mi ediyor kendisi bile anlamış değil. Cüneyt Arkın'ınsa tek yaptığı ara ara çıkıp plak parçalayıp öldürene kadar adam dövmek. Favell karakterinin de unutulmayıp filme eklenmesi ve Cüneyt Arkın tarafından bir temiz dövülmesi çok eğlendirdi beni doğrusu. Son sahnedeki yuvarlanan kamera tekniği (!) hele, beni benden aldı! Hitchcock'un mizah eksikliğinden yakındığı filminin ardından bu komediyi izlemek çok hoş oldu gerçekten.

Biraz da işin IMDb Trivia-vari kısmına geçelim:











  • Ne kadarı doğrudur bilemiyorum ama Laurence Olivier co-star olarak o zamanlar birlikte olduğu Vivien Leigh'in oynamasını istemiş ancak birçok denemeden sonra rol Joan Fontaine'e gitmiş. Durumdan hoşnut olmayan Olivier, sette Fontaine'e oldukça soğuk davranmış. Bunun Fontaine'i ne kadar rahatsız ettiğini fark eden Hitchcock da çekingenliğini daha da artırmak ve bunun filme de yansımasını sağlamak için ona, setteki herkesin ondan nefret ettiğini söylemiş. 
  • Selznick hiçbir yerde Manderley'e uygun bir mekan bulamadığından dolayı dış çekimler için minyatür bir tane yaptırmak zorunda kalmış.
  • Maurier, hayatı boyunca birçok kez intihalle suçlanmış. Bu suçlamalar en çok Rebecca'ya yöneltilmiş olsa da başka eserleri için de benzer durumlarla karşı karşıya kalmış yazar. Bu durum iyi yazdığı gerçeğini değiştirmiyor tabii.
  • Hitchcock'un cameosunun olduğu filmlerden biri bu da. 
  • Bu filmden önce Hitchcock, Maurier'nin Jamaica Inn kitabını, daha sonra da The Birds hikayesini sinemaya uyarladı.
  • Kitap o kadar büyük bir üne sahip oldu ki kendi adını taşıyan bir sendromu bile var: Rebecca Sendromu. Kocalarının eski eşlerinin (çoğunlukla mevta olanlar) gölgesinde kaldıklarını hisseden ve adeta bir hayaletle yarışır hale gelen, kendilerini yetersiz hisseden kadınların durumlarına veriliyormuş bu isim.
  • Kitapta Mrs. Danvers'a ne olduğunu öğrenemiyoruz, sadece tahmin edebiliyoruz. Filmdeyse Manderley'i yakanın bizzat Mrs. Danvers olduğunu ve Rebecca'nın oldasında yanarak öldüğünü görüyoruz. Hatta Selznick evden çıkan dumanlardan gökyüzünde koca bir R harfi oluşturulmasını istemiş ama Hitchcock onun yerine yatağın üstüne alevler içinde bir R işlemesini göstererek bitirmiş filmi. (Hayatta her istediğimiz olmuyor işte Selznickciğim.)
Not: Judith Anderson'ın Mrs. Danvers canlandırmasıyla ödüle boğulması gerektiğini bir tek ben düşünmüyorum öyle değil mi?

3 dırdır:

Adsız dedi ki...

saol aga sınav var bundan :D

Merve dedi ki...

Merhaba, yazınızı keyifle okudum. Gerçekten ince ayrıntılar yakalamışsınız. Master sürecinde yazacağım tezde böyle bir konuya değinmek istiyorum. Eğer bu yazıyı yazan kişiyle iletişime geçebilirsem dünyalar benim olucak. :)

Jeane dedi ki...

Merhaba Merve Hanım. Yazıyı beğenmenize çok sevindim. Güzel yorumunuz için teşekkür ederim. :) hunisizhuni@gmail.com mail adresim üzerinden bana ulaşabilirsiniz.

Yorum Gönder